İzmir; Ege’nin incisi, batının en doğusu, doğunun en batısı… İzmirli büyük ozan Homeros’un ‘gök kubbenin altındaki en güzel şehir’ olarak betimlediği, Aristo’nun İskender’e ‘görmezsen eksik kalırsın’ diyerek önemini vurguladığı, büyük yazar Victor Hugo’nun onu hiç görmeden adına şiir yazıp bir ‘prenses’e benzettiği; farklı kültürlerin, yaşam tarzlarının, inançların binlerce yıldır bir arada barış içinde yaşadığı kavimler kapısı; Doğu Akdeniz’in merkezi, Ege’nin gerdanlığı!
Söylencelere göre İzmir’in adı; ‘Smyrna’ adlı bir Amazon kraliçesinden gelmektedir. Bugün İzmir olarak kullandığımız isim aslında Smyrna kelimesinden dönüşmüştür. Bazı kaynaklar Smyrna kelimesinin daha erken söyleniş biçimlerine ilişkin Samorna ve Smurna adlarını da vermektedirler. Ama kentimiz 20. yüzyılın başına kadar yaygın olarak Smyrna ismiyle tanınmıştır.
Antik çağlardan günümüze bir ticaret ve liman kenti olan İzmir, kuruluşundan bu yana bu özelliğini hiç kaybetmemiştir. Bu özelliği sayesinde farklı kültürler İzmir’de harmanlanmış ve bu olgu kentin mimari dokusuna da sinmiştir. Yakın zamanlara kadar İzmir’in en eski yerleşim alanı olarak bilinen Bayraklı’daki Tepekule kazılarından elde edilen buluntular MÖ 3000 yıllarına kadar uzanmaktaydı. Doğu Helen dünyasının en eski kutsal yapılarından biri olan Athena Tapınağı ve yine Helen dünyasının çok odalı ev tiplerinin en eski örnekleri ve İon Uygarlığı’na ait en eski parke döşeli yol burada yapılan kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Ancak 2006 yılında Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından İzmir Bornova’da bulunan Yeşilova Höyüğü’ndeki kazılarda kentin tarihinin MÖ 8500’e kadar uzandığı tespit edilmiştir.
Çağlar boyunca çeşitli istilalara uğrayan İzmir’in üçüncü kuruluş süreci ise, MÖ 333 yılında İzmir’e gelen İskender sayesinde olmuştur. Söylenceye göre; Pagos (Kadifekale) Dağı eteklerinde uyuyakalan İskender’e rüyasında iki su perisi İzmir’i burada kurmasını öğütlemiştir. O da kenti ikinci kez Kadifekale sırtlarında kurmuştur.
Roma İmparatorluğu döneminde; Roma’ya karşı Bergama Kralı Attalos’un oğlu Aristonikos’un öncülüğünü yaptığı ayaklanmaya destek vermediği için İmparatorluk tarafından ‘özgür kent’ olarak tanımlanan İzmir, ardından gelen Bizans egemenliği döneminde dinsel bir merkez haline gelmiştir. Böylelikle İzmir, Bizans döneminde dinsel merkez olma özelliği nedeniyle başkent İstanbul düzeyine çıkarılmıştır. Bizans İmparatoru Leon, İzmir’i, İstanbul dışındaki kentlerin başkenti ilan etmiş ve bu süreçte İzmir’e ‘kendi kendini yönetebilen kent’ ünvanı verilmiştir.
1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’nun yoğun Türkmen akınlarına sahne olmasıyla birlikte İzmir ve çevresinde ilk kez Türk egemenliği görülmeye başlamıştır. 1081’de denizci Türkmen Beyi Çaka Bey, İzmir’i merkez alarak bir beylik kurmuş ve yaklaşık 16 yıl egemenliğini sürdürmüştür. Çaka Bey’in 16 yıllık hâkimiyetinden sonra İzmir ve çevresinde Türk izlerini kuvvetlendiren asıl dönem, Aydınoğulları Beyliği’nin 1308’de Birgi’de kurulmasıyla başlamıştır. 1317’de İzmir’i ele geçiren Aydınoğlu Mehmet Bey, İzmir’in yönetimini oğlu Umur bey’e vermiştir. Umur Bey döneminde özellikle İzmir’in Kadifekale sırtlarında yoğun bir Türkleşme olgusu yaşanmıştır.
Umur Bey’in İzmir ve Ege Denizi’nde elde ettiği başarılar karşısında; ortaçağın güçlü denizci İtalyan kent devletleri olan Venedik ve Ceneviz bu durumdan olumsuz etkilenmişler ve Umur Bey’in faaliyetlerine son vermek amacıyla 1345 yılında Papalığı harekete geçirerek Fransız Humbert komutasında bir Haçlı donanmasını İzmir’e göndermişlerdir. Bu donanma İzmir’e baskın yaparak sahilde bulunan Liman Kaleyi zapt etmiştir. Yaşanan bu gelişmeler sonucunda, Umur Bey’in donanması ve tersanesi tahrip edilmiştir. Türkler yalnızca Kadifekale eteklerinde tutunabilmişlerdir. Süreç içerisinde Kadifekale ve çevresi ‘Türk-Müslüman İzmir’, günümüzde Hisarönü Camii civarında bulunan Liman Kale’de sahil kesimi ise ‘Hıristiyan-Gâvur İzmir’ olarak adlandırılmıştır.